Yer kürenin ¾`ü su ile kaplı olmasına karşın tatlı suların miktarının ancak % 2,5-3.0 kadar olduğu, buna karşın yararlanılabilecek tatlı suların yaklaşık % 77 sinden fazlasının buzullarda olduğu dikkate alındığında geriye kalan % 23 lük yüzey ve yeraltı sularının da ancak %1‘inden yararlanma olanağının olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Yeryüzünde son derece az olan tatlı suların ise ülkelere dağılımı ise çok dengesiz olup, Ekvator kuşağı, Avrupa, Amerika`nın belirli bölgeleri su kaynağı yönünden çok zengin, Büyük Sahra, Orta Asya, Avustralya gibi geniş kurak alanların ise su yönünden çok fakir olan bölgeler olduğu bilinmektedir.
Türkiye nüfusunun 70 milyon olduğu düşünüldüğünde ve tüm tatlı sularımızın hala çok temiz olduğu, kirletilmediği kabul edilse dahi, kişi başına düşen su miktarı en fazla: 1600 m3/yıldır. Su zengini ülkelerde kişi başına düşen su miktarının 10 000 m3/yıl olduğu gerçeğinden hareketle su zengini bir ülke olmadığımız görülmektedir.
Su fakiri sayılabilecek bir ülke olarak, hızlı ve çarpık gelişen kentlerdeki nüfus artışı ve sanayileşme, iklim değişiklikleri, katı atık depolama yerlerinin yeraltı suyu rezervuarlarının beslenme alanlarında seçimi, sanayi ve evsel atıklar, tarım alanlarında yapılan gübreleme vb çalışmalar, yer üstü ve yeraltısuyu kalitesini ciddi olarak tehdit etmekte ve kirletmektedir. Bu olumsuzlukları gidermek için hazırlanan Çevre Etki Değerlendirme (ÇED) raporlarının büyük bir çoğunluğu ne yazık ki göstermelik nitelikte olmakta ve kontrol mekanizmaları da sorumluluklarını yerine getirmemektedir. Nitekim Ergene, Küçük ve Büyük Menderes, Gediz, Kızılırmak nehirleri gibi daha pek çok akarsu ve rezervuarlar, bu kirletici unsurlar nedeni ile bugün kullanılamaz duruma gelmişlerdir. Diğer taraftan ülkemizdeki belediyelerin yaklaşık 50 adedinin kanalizasyon sularını arıttığı, başka bir deyişle nüfusumuzun yaklaşık 50 milyonuna ait kanalizasyon sularının doğrudan nehirlere dolayısıyla göl ve denizlere akıtıldığı da dikkate alındığında sularımızın günden güne kirlendiği ortaya çıkmaktadır.
Ayrıca, plansız ve kaçak kuyulardan kontrolsüz su alımının yanı sıra, denizle bağlantılı yer altı suyu rezervuarlarında aşırı su çekimi (pompaj) sonucu deniz suyu girişiminin olması, kirletici faktörlerle beraber yer altı su kaynaklarımızı da sorunlu hale getirmektedir.
Sınırlı yüzey ve yeraltı sularımız zaten sorunluyken, sularımızın ticarileştirilmesi de en doğal bir yaşam hakkı olan nitelikli suya erişim hakkını bugün sınırlandırırken yarın bu hakkın yok edilmesine yol açacaktır.
Her şeyi alınır satılır bir mal olarak gören sistem, en temel yaşamsal bir hak olan suyun da ticarileştirilmesinin temellerini 1992‘de Rio De Jenerio‘da BM Çevre ve Kalkınma Konferansı‘nda atmış, aynı yıl Dublin‘de yapılan BM Su ve Çevre Konferansı‘nda su, ‘ekonomik mal‘ olarak tanımlanmış ve 1996‘da kurulan Dünya Su Konseyi‘nin düzenlediği toplantılarla süreç hızlandırılmıştır. 5 incisi Türkiye‘de toplanan Dünya Su Forumu toplantılarıyla; erişilebilir su kaynaklarının kimin yönetim ve denetiminde olacağı, kullanılabilir suyun hangi kanallarla tüketiciye ulaştırılacağı, üretim, pazarlama ve dağıtım yetkisinin kimde olacağı planlamalarla suyu piyasa ekonomisine bırakma sürecinin yönlendirilmesi sürdürülmüştür.
Ülkemizde de buna yönelik girişimler hızla artarak uygulamalar çoğalmış, önce şehirlerde içme, kullanma amaçlı suyun dağıtım ve satışına yönelik uygulamalarla başlayan süreç, bugün su havzalarının enerji, sulama, içme amaçlı olarak sermayeye açılmasına dönüşmüştür. Söz konusu vahşi kapitalist süreç ise yalnızca en önemli ve yaşamsal doğal kaynağımız olan suyun talanının yanı sıra çevresel, tarihi ve kültürel tahribatı da beraberinde getirmiştir.
"Enerjide dışa bağımlılığımızın azaltılarak yerli kaynaklarımızın harekete geçirilmesi" gibi gerekçelendirmelerle ülkenin hemen hemen her akarsuyunda yüzlerce plansız nehir tipi HES ya da barajlar inşa edilmekte ve büyük bir doğa katliamı yaşanırken, yöre halkının kendi suyuna erişme ve kullanma hakkı yok edilmektedir.
Başbakanlığın daha dün çıkardığı son genelge ile de, "suyun iyi yönetimi açısından bütün bakanlık, kurum ve kuruluşların koordinasyon ve işbirliğini sağlamak" gerekçesi altında "su yatırımlarını hızlandırmak" itirafı ile engel olarak gördükleri meşru ve hukuki haklı mücadeleyi ortadan kaldırarak aslında bu tahribatın ve piyasalaştırmanın hızlandırılması amaçlanmaktadır.
22 Mart "Dünya Su Günü"nde, TMMOB Jeoloji Mühendisleri Odası olarak;
Suyun, yalnızca insanlık için değil, canlı tüm yaşam için vazgeçilmez doğal bir hak olduğu unutulmadan, suyun kullanımı ve korunması ile ilgili kararlarda yöre, bölge, ülke insanı yok sayılmadan ivedilikle toplumsal projeler oluşturulması gerekliliğini, ayrıca suyu "doğal hak" olmaktan çıkarıp, "ticari bir mal" haline getirerek sermayeye, küresel piyasaya açan politikalardan vazgeçilmesini, küresel su tekellerine ve yerli ortaklarına karşı, doğal kaynaklarımızı, halkımızın çıkarlarını ve geleceğini korumak için; kamu mülkiyeti temelinde örgütlenmiş, ulusal planlama çerçevesinde yerel kalkınmayı hedefleyen, her bireyin suya erişimine olanak sağlayan, eşitsizlikleri azaltmaya yönelik, doğayla barışık yatırım önceliklerine dayanan ulusal su politikalarının bir an önce geliştirilerek hayata geçirilmesi gerekliliğini bir kez daha vurguluyoruz.
Kamuoyuna saygıyla duyurulur.
22.03.2012
TMMOB JEOLOJİ MÜHENDİSLERİ ODASI
Okunma Sayısı: 3134