17 Ağustos 1999 Gölcük Depreminin üzerinden 18 yıl geçti. 18 yıldan sonra deprem güvenliği konusunda nereye geldik diye bir soru aklınıza geliyor ise cevabı, ne yazık ki, içler acısı; AFETİN ADI YOK…
Siyasi iktidar ülkemizde deprem güvenliği için yapılanları yeterli mi gördü, kentsel ve kırsal yerleşimlerimizin deprem direncinin istenilen seviyeye yükseldiğini mi düşündü, bilinmez ama, afet konusunu ülkenin en üst düzey ve stratejik planından çıkardı. Başbakanlık tarafından 29.07.2017 tarihli ve 30138 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan “On Birinci Kalkınma Planı Hazırlıkları ile İlgili 2017/16 Sayılı Başbakanlık Genelgesi” ile 2019-2023 dönemini kapsayan On Birinci Kalkınma Planı için gerçekleştirilecek hazırlık çalışmalarında, daha önceki plan çalışmalarının aksine, “Afet Yönetiminde Etkinlik Özel İhtisas Komisyonunun” kurulmasına bu plan döneminde gerek olmadığı kamuoyuna duyuruldu.
Bu genelgenin yayınından bir gün öncesinde ise afet güvenliğinden birinci derecede sorumlu kurumlar arasında yer alan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, 28.07.2017 tarih ve 30137 sayılı Resmi Gazete’de yayınladığı “6306 Sayılı Kanunun Uygulama Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik” ile “Riskli Alan” kararının verilmesinde temel bir girdi olan “alanda daha önceden meydana gelmiş afetler varsa, bunlara dair bilgiler”in kullanımını yürürlükten kaldırdı. Oysa, 2012 yılında gündeme getirilen “Kentsel Dönüşüm”ün ana gerekçesi sadece ve sadece afet riskleriydi !!!.
5902 sayılı Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun’u gereğince 2009 yılında oluşturulan Deprem Danışma Kurulu “yılda en az dört kez toplanır” şeklindeki ana çalışma ilkesine aykırı olarak, 2013-2016 döneminde hiç toplanmamış 2017 yılında ise bugüne kadar sadece bir toplantı gerçekleştirmiştir (Kaynak: AFAD).
Sadece deprem konusunda değil heyelan, sel, tsunami, küresel iklim değişikliğinin yarattığı etkiler gibi tehlike unsurlarına karşı yerel düzeydeki sınırlı ve çoğunlukla afet sonrası çabaların dışında, ülke genelinde, sistematik bir “risk yönetim sistemi” inşa edilmemiş, ülkemizin “afet gerçekliği” imar, tarım, madencilik, enerji, sanayi gibi ana sektörlerde karar süreçlerinde gözardı edilmiş/edilmeye devam etmektedir. “Ülke genelinde yerleşim yerlerinin afet risk düzeyine göre önceliklendirilmesi, riskin planlı bir şekilde azaltılmasına yönelik teknik ve mali çalışmaların sonuçlandırılması” kağıt üzerinde, peş peşe gelen Orta Vadeli Programların kendini tekrar eden bir hedefi olarak kalmıştır (Orta Vadeli Program 2010-2012; Orta Vadeli Program 2013-2015).
AFAD’ın 2016 yılı Ocak-Haziran döneminde gerçekleştirdiği toplam 656.517.485 TL’lik harcamanın %64’ünü acil yardım ödemeleri, evini yapana yardım gibi afet sonrası “yara sarma faaliyetlerine” ait olduğu görülmektedir. Personel ve diğer cari transfer harcamaları da çıktığında, ki bunların toplam içindeki payı %28 civarındadır, kurumun afet yönetiminin en temel ve öncelikli alanı ve aynı zamanda kurumun kuruluş amacı olan “risk azaltmaya “doğru düzgün harcama yapmadığı görülmektedir (AFAD 2016 Yılı Kurumsal Mali Durum ve Beklentiler Raporu).
Yine 1999 Marmara depremlerinden sonra getirilen düzenlemeler ile yapı üretim süreci yeniden düzenlenmiş, bina ve bina türü yapılar için zemin ve temel etüt çalışmaları 3194 sayılı yasa ve buna bağlı çıkarılan Planlı Alanlar Yönetmeliği ile zorunlu hale getirilmiştir. Ancak günümüzde Odamızın tüm uyarılarına rağmen, bazı yerleşim biriminde ruhsat düzenlemekle görevli Belediye ve İl Özel İdareleri tarafından kentsel ve kırsal yerleşim biriminde yapılan yapılarda, zemin ve temel etüdü raporu istemeksizin ruhsat vermeye devam etmekte, bu kurumları denetlemekle görevli İçişleri ve Çevre ve Şehircik Bakanlıkları duruma seyirci kalmaya devam etmektedirler.
Görüldüğü kadarıyla içinde bulunduğumuz tabloda gerek İstanbul su baskınları gerekse son Çanakkale-Ayvacık, Adıyaman-Samsat, Gökova(Bodrum) depremleri gibi güncel gelişmeler afet güvenliğinin ülkemiz açısından ne kadar yaşamsal öneme sahip olduğunu göstermesine, doğanın kendini sık sık hatırlatmasına karşın ÜLKEMİZDE ARTIK AFET VE DEPREMİN ADI KALMAMIŞTIR…
2011 yılında yaşanan Van depremleri sırası ve sonrası yapılan çalışmalar ile 1999 Marmara Depremleri sırası ve sonrası yapılan çalışmalar arasında yapılan kıyaslamalarda; “depremle mücadele konusunda büyük başarılar elde edildiği” algısı yaratılmaya çalışılmış olsa da, geçen sürede hangi noktaya geldiğimizi yukarıdaki gelişmeler yeterince özetliyordur.
Elbette geçmişten dersler çıkartılmış, daha modern ekipman ve iletişim araçlarına sahip olunmuştur. Ancak görünen o ki hala “yara sarma” politikalarımız devam etmekte, bir türlü çağdaş afet yönetimine geçiş sağlanamamaktadır.
Bugünler bir sonraki 1999 Depremi gibi katastrofik bir afete kadar “geçici bir rahatlık dönemidir” ancak bu aldatıcı bir durumdur. Oysa afet yönetiminde en çok çekinilen (çekinilmesi gereken), en korkulan (korkulması gereken) an, afetin unutulmaya, gözardı edilmeye başlandığı andır. Çünkü afet unutulduğu an daha etkili vurur. Çünkü afet unutulduğu an, daha önce harcanan tüm emeği silip atar, herşeye yeniden başlamak zorunda kalınır.
Dünyanın en dinamik kuşaklarından olan Alp-Himalaya deprem kuşağında bulunan Anadolu’nun bu jeolojik gerçekliğinin yanı sıra iklim değişikliği gibi küresel bir felaketin de etkisiyle afetler karşısında kırılganlığı artmaktadır. Dünyamız doğal yapısının bir parçası olarak depremler, volkanik patlamalar, heyelanlar gibi rutin doğa olayları yeterli önlemlerin alınmadığı ve sistematik bir mücadelenin yapılmadığı koşullarda kolayca “afet niteliği” kazanmaktadır.
Ne yazık ki bugünlerde bilim insanlarının, mimarların, mühendislerin, plancıların yakın gelecekte afetler karşısında daha kırılgan hale gelineceği yönündeki uyarıları dikkate alınmayarak Ülkenin afetle mücadele geleceği karartılıyor…
Deprem Şurası, Deprem Konseyi, TBMM Deprem Araştırma Raporu, Onuncu Kalkınma Planı Afet Yönetiminde Etkinlik gibi onlarca etkinlik ve dökümanla Türkiye’nin jeolojisi ve depremselliği genel çizgileriyle ortaya konmuş ve ülkemiz afet-deprem yönetim sisteminin olması gereken işleyişi tanımlanmıştır. Bugün gelinen noktada temel sorun etkin bir afet yönetiminin oluşturulmasını sağlayacak siyasal anlayışın bulunmamasıdır.
Sonuç olarak 2005 yılında Ulusal Deprem Konseyi tarafından yayınlanan Raporunun Giriş Bölümünün ilk cümlesi hala, ne yazık ki hala, geçerliliğini koruyor;
“Bir deprem kuşağı üzerinde olan ülkemizde depremin doğrudan ve dolaylı zararlarının arzulanan ölçekte azaltılamadığı, tüm büyük hatta orta büyüklükteki depremlerden sonra görülmektedir. Deprem zararlarının azaltılması çalışmalarındaki başarının, ilgili bilim ve endüstri dallarının bir arada üretmek çabasındaki beceri ve uygulamaların sürdürülebilirliğini sağlamaktaki başarıya bağlı olduğu açıktır”
Bu bağlamda artık vaktin iyice daraldığı gözönüne alınarak aşağıdaki önerileri dikkate alan bir mücadele programının oluşturulması gerekli görülmektedir;
1- Daha güvenli ve sağlıklı bir çevrede yaşamak her yurttaş için temel bir insan hakkıdır. Afetlere/depremlere karşı güvenli yerleşimler için yapılması gerekenler sadece teknik bilimsel, yasal veya kurumsal sorun odaklı olarak anlamaya ve açıklamaya çalışmak yerine siyasal ve sosyal boyut gözetilmeli; tüm afet yönetim süreçlerinde katılımcılık esas alınmalı, çağdaş afet yönetimi sistemlerinde olduğu gibi “toplum odaklı” çözümler üretilmelidir.
2-Sık sık afet olaylarıyla karşılaşan ülkemizde afet/deprem terminolojisinde “Doğal Afet” gibi yanlış kavramların kullanılıyor olması toplumsal afet algısındaki “takdir-i İlahi”, ”bu işin fıtratı böyle” gibi yanlışlıkları da beslemektedir. Afetin doğalı olamaz. Toplumsal Afet Algısının ve farkındalığının merkez noktası “zarar azaltmaya yapılacak 1 birim harcamanın, afet zararında en az 5 birim azalma anlamına geldiği” gerçekliği olmalıdır.
3- Afet yönetim sistemi hala birbirinden habersiz olarak yasalaşmış İmar, Afet ve Yapı Üretimi ve Denetimi yasalarıyla yürütülmeye çalışılan bir ülke olmaktan hızla çıkıp birbirini tamamlayan ve bütünleyen Afet, İmar ve Yapı Üretimi ve Denetimi Mevzuatı oluşturulmalıdır.
Afet Mevzuatı yeniden oluşturulurken bir çatı yasa ve bu çatı yasanın altında “Fay Yasası”, “Heyelan Yasası”, “Su Baskını Yasası” gibi öznel düzenlemeler yer almalı; alınacak önlemler açıkça belirtilmelidir.
4-4708 sayılı Yapı Denetim Yasası revize edilerek; yapı üretimi ve denetim süreci; yapının üzerine inşa edileceği parselin zemine aplikasyonundan başlayıp yapılacak yapı türü, niteliği, büyüklüğü, temel derinliği v.b. unsurlar dikkate alınarak parsel üzerinde gerçekleştirilecek zemin ve temel etüdü ile yapının tamamlanmasından sonra yapının izleme ve bakım süreçlerini de dikkate alarak yeniden tarif edilmeli, yapı ruhsatı vermeye yetkili kuruluşlar ile yapı denetim kuruluşlarının bu denetim içindeki fonksiyonları yeniden tanımlanmalıdır.
5- 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun yerine, insan merkezli toplumsal politikaların hayata geçirilmesini esas alan, bilim çevreleri, ilgili meslek odaları, yerel yönetimler ve halkın katılımı ile; rant odaklı değil, sağlıklı ve güvenli bir çevrede yaşam hakkını gerçekten sağlayan yeni yasal düzenleme yapılmalıdır.
6- Köprüler, barajlar, kıyı ve liman yapıları, kara ve deniz tünelleri, boru hatları, enerji nakil hatları, nükleer santrallar, doğal gaz depolama tesisleri, hızlı tren ve otoyol gibi mühendislik yapılarının gerek yer/güzergah seçimi gerekse projelendirilmesi aşamalarında deprem/afet güvenliğine önem verilmeli ve jeolojik-jeoteknik modelleme yapılmadan karar süreçleri işletilmemelidir.
7- Yapılan düzenlemeler ile ülke nüfusunun yaklaşık %78’i Büyükşehir Belediyesi sınırları içinde yaşar hale gelmiş bulunmaktadır. Büyükşehir Belediyesi idari yapılanması içerisinde sadece afet yönetim unsurları açısından değil bir yerleşimdeki su, enerji, doğal kaynaklar ve çevre yönetimi karar süreçleri açısından da ihtiyaçlara yanıt verebilecek bir yapılanmaya, örneğin “Jeoloji-Jeoteknik Etütler ve Yeratısuları Daire Başkanlığının” kurulması sağlanmalıdır.
8- AFAD tarafından hazırlık çalışmaları sürdürülen “Deprem Bölgelerinde Yapılacak Yapılar Hakkında Yönetmelik Taslağı ve Türkiye Sismik Tehlike Haritası” jeolojik verilerin yapılaşmaya etkisini gözardı etmekte, Jeoloji Mühendislerini “sadece veri toplayan saha çalışanı” konumuna sokmaktadır. Bu taslağın ilgili tüm meslek disiplinlerinin multi disipliner çalışmasını sağlayacak şekilde, Odamızın görüşlerini de dikkate alarak uygulanabilir, ekonomik ve mevcut birikimlerimize katma değer katacak şekilde tekrardan ele alınmalıdır.
Sonuç olarak; toplum olarak 1999 Marmara Depremlerinin acı sonuçlarını maalesef unuttuk, depremleri önlememizin mümkün olmadığını, ancak doğru ve sürdürülebilir zarar azaltma politikaları ile afet zararlarını en aza indirebileceğimizi biliyoruz. Yeter ki ortak aklın oluşturulması konusunda bir niyet ve irade olsun.
Saygılarımızla,
TMMOB Jeoloji Mühendisleri Odası
Yönetim Kurulu
Okunma Sayısı: 3147