17 Ağustos 1999 da 45 saniyede on binlerce canımızı yitirdiğimiz yüzyılın felaketinden bu yana onbir yıl geçti. Bir doğa olayının felakete dönüştüğü onbir yıldan bu yana geçen sürede depremlere karşı hazırlıklı olup olmadığımız konusunda doğa bizi adeta test ediyor ve bize gerçeği gösteriyor. Son olarak bundan beş ay öncesinde Elazığ‘da yaşadığımız 6 büyüklüğünde depremin altında kaldığımız gerçeği , ülke ve toplum olarak depremlere hala hazırlıklı olmadığımızı açıkça ortaya koymaktadır.
Ülkemizin jeolojik yapısı gereği bir doğa olayı olarak depremin kaçınılmaz olarak tekrar tekrar karşımıza çıkacağının bilinmesine karşın, bugün, yaşadığımız çevrenin 11 yıl öncesine göre, afetlere karşı daha güvenli olduğu söylemek mümkün değildir.
1996 daki Habitat II- toplantılarında bütün dünya tarafından kabul edilen " İnsan yerleşmelerini daha güvenli, daha sağlıklı ve yaşanabilir" kılmak, "gerekli planlama mekanizmaları ve kaynakları sağlayarak doğal afetlerin ve diğer acil durumların insan yerleşimleri üzerindeki etkilerini hafifletmek, afetten etkilenen yerleşimleri gelecekteki afetlerle ilgili riskler‘e karşı korumak sosyal devletinin temel görevlerinden biridir." anlayışının ülkemizde merkezi ve yerel yöneticiler tarafından yeterince kabul görmediği ve içselleştirilmediği bunun gereklerinin yerine getirilemediği anlaşılmaktadır.
17 ağustos depreminin yıkıcı sonuçlarının etkileri; toplumsal dayanışma ve ülkemizin temel afet stratejisi olan "Yara Sarma" yaklaşımıyla ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. Ancak, afet tehlikeleri açısından hassas bir coğrafyada bulunan ülkemizde, yara sarma yerine en temel görev olması gereken doğa olaylarının afete dönüşmesini engelleyen afet tehlikelerinin önlenmesi ve/veya afet risklerinin azaltılması konusunda yeterli hazırlıkları içeren ulusal bir afet politikası ve stratejisinin oluşturulduğunu söylemek mümkün değildir.
Ülkemiz 21.yüzyıla 17 Ağustos ve 12 Kasım 1999 tarihlerinde gerçekleşen ve kamuoyunda Kocaeli ve Düzce depremleri olarak adlandırılan depremlerin açtığı yaraları sararak girdi. Ortaya çıkan bu durum sadece ülke coğrafyasında JEOLOJİK bir fayı değil; ekonomik, sosyal ve siyasal hayatımızı parçalayan fayları da bize göstermiştir. Birçok kaynak tarafından ülkemiz için "yüzyılın felaketi" olarak adlandırılan bu deprem, yol açtığı sonuçlar itibariyle "bir sistem sorunu" haline gelmiştir.
Aradan geçen 11 yıl sonunda geldiğimiz nokta aşağıdaki şekilde özetlenebilir;
•l Daha güvenli, daha sağlıklı bir çevrede yaşamak her yurttaş için temel bir insan hakkıdır. Afetlere/Depremlere karşı güvenli yerleşimler için yapılması gerekenler sadece teknik bir sorun değildir. Yıkıcı afet zararlarına yol açan nedenler, ülkedeki sosyo - ekonomik koşullardan ve siyasal ilişkilerden bağımsız değildir. Afet güvenliğinin sağlanması diğer tüm toplumsal olgular gibi siyasal bir etkinlik alanıdır. Afet/Deprem, merkezinde insan olan sosyal, ekonomik, teknik, kültürel, siyasal boyutları olan bir olgu olarak ele alınmamaktadır.
•l Eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi alanlarda yaşadığımız çarpıklığın bir benzerini afet konusunda da yaşıyoruz. Düşük standartlarda sağlıksız ve yasa dışı bir yapılaşma, ranta dayalı hızlı ve düşük nitelikli kentleşme, bilimsel normlara dayalı arazi kullanım ve yerseçimi kararlarının rantsal kaygılara yenik düşmesi maalesef ülke gerçekliğimiz haline gelmiştir.
•l Afet/Deprem zararları ülkelerin gelişmişlik göstergelerinden biri olarak değerlendirilmelidir. Gerek medya gerekse yönetsel kadrolarda öne çıkan "deprem öldürmez bina öldürür", "kerpiç‘te öldürür" gibi soyutlamalar ile asıl belirleyici nedenlerin üzeri örtülmekte, sorunun kavrayışı teknik bir yaklaşıma indirgenmektedir. Elazığ‘da, Bingöl‘de, Yalova‘da veya Erzincan‘da insanları asıl öldüren az gelişmişliktir, bizi saran sosyo-ekonomik koşullardır.
•l Bilim ve teknolojinin gereklerini uygulamak yerine, ranta dayalı planlama ile niteliksiz yapı üretimi anlayışı, "afetlerin kader olduğu" anlayışı ile birleşmekte; az gelişmişliğin beslediği bu yaklaşımlar, yanlış yer seçimlerini ve yeterli mühendislik hizmeti almadığı için daha doğuştan zafiyetli binaları ortaya çıkarırken, jeolojik bilginin unutulmasını beraberinde getirmekte ve toplum deprem hafızasını yitirmektedir.
•l Gerek kentsel gerekse kırsal alanlarda yer seçimi, planlama ve yapılaşma karar süreçlerinde başta jeoloji mühendisliği olmak üzere mühendislik, mimarlık ve şehir plancılığı hizmetleri etkin bir şekilde kullanılmamakta, rant ekonomisinin kuralları egemenliğini sürdürmektedir.
•l Sık sık afet olaylarıyla karşılaşan ülkemizde afet/deprem terminolojisinde "Doğal Afet" ve "Afet Gideri" gibi yanlış kavramlar varlığını korumaktadır. Bu örnekler, afetin doğal ve kaçınılmaz bir kader olduğu yargısını toplumda yerleştirirken, doğa olaylarının afete dönüşmesinin insanların yarattığı bir sonuç olduğu gerçeğini gözlerden kaçırmaktadır. Oysa doğal olan tehlikedir. Deprem yönetiminin temel amacı doğal bir tehlike olan depremin insanın yarattığı faktörlerle afete dönüşmesine engel olmaktır.
•l 1999 depremlerinden sonra Dünya Bankası uzmanlarınca dayatılan Sigorta (DASK) ve Yapı Denetim sistemi ile afet ve imar hizmetleri ticarileştirilmekte, böylesine önemli bir konu piyasaların ve özel işletmelerin kontrolüne terk edilmektedir. Halk "yurttaş" olmaktan çıkarılıp "müşteri" konumuna dönüştürülmekte, sosyal devletin kamusal hizmet anlayışları terk edilmektedir.
•l Bilimsel araştırmaların yaşanmış gerçeklerin ortaya koyduğu veriler, zarar azaltmaya yönelik yapılacak bir birim harcamanın, afet zararında en az yedi birimlik bir azalmaya yol açtığını ortaya koymaktadır. Ancak, ülkemizde zarar azaltmaya yönelik afet odaklı harcamalar "bütçe dengelerini bozan bir gider kalemi" olarak görülmektedir. Başta maliye politikası olmak üzere gerek kurumlar gerekse kişiler açısından afet/depremle ilgili yapılacak harcamalar ileriye dönük bir yatırım harcaması olarak görülmemekte ve "bütçe tasarrufu tedbirlerinde" ilk vazgeçilecek gider olarak görülmektedir. Oysa, afete yönelik yatırımlar da, tıpkı eğitim, sağlık, ulaştırma gibi kamu hizmetinin bir parçası olmak görülmek durumundadır.
•l Kurumsal ve yasal yapı en azından yeni riskler oluşturulmasını engellemek, zarar azaltmaya odaklanmak yerine, ürettiği yanlış sonuçlarla ulusal deprem risk portföyünü daha da genişletmekte, imar ve yapılaşma afları deprem zararlarını azaltma direncini düşürmektedir.
Jeoloji Mühendisleri Odası olarak;
Yıkıcı afet zararlarına yol açan nedenlerin ülkedeki sosyoekonomik koşullardan ve siyasal tercihlerden bağımsız olmadığını, afet güvenliğinin sağlanmasının da diğer tüm toplumsal olgularda olduğu gibi siyasal bir kararlılık alanı olduğunu bir kez daha ifade ediyor ve; yukarıda özet halinde verdiğimiz tespitlerde somutlaşan ulusal afet politikasızlığımızı gidermek için;
toplumsal ve yönetsel düzeyde tüm kaynakları risk azaltma hedefine yönlendirecek,
kişi ve kurumlar arasında eşgüdümü sağlayacak,
mevzuat, kurumsal yapılanma, eğitim, sağlık gibi. alanlarda kısa, orta ve uzun vadeli hedef ve ilkeleri ortaya koyacak,
her aşamada denetim süreçlerini de tanımlayacak
stratejik deprem planının ivedilikle hazırlanmasını öneriyoruz.
Hazırlanacak stratejik deprem planı, Yüksek Planlama Kurulu ve Bakanlar Kurulunca onaylanarak Resmi Gazete‘de yayımlanmalı ve devlet politikası olarak uygulanmalıdır. Bütünlüklü bir deprem yönetiminin aynı zamanda toplumsal bir proje olduğu gerçeğinden hareket ederek; tüm yurttaşlar, merkezi ve yerel yönetimler, özel sektör, üniversiteler, meslek odaları ve sivil toplu kuruluşları sistemin aktif aktörleri olmalı, stratejik plan tüm bu aktörleri kucaklayan toplumsal bir sözleşme olmalıdır.
Odamızın hazırladığı "Deprem ve Deprem Yönetimi" raporunu bu amaçlarla kamuoyunun bilgisine sunuyor, sözlerin tüketildiği yerde, çok geç olmadan artık harekete geçilmesi gerektiğini bir kez daha ifade ediyoruz.
DEPREMİNİ BEKLEYEN ÜLKE OLMAMAK İÇİN HEMEN ŞİMDİ !
SÖZ BİTTİ, SIRA EYLEMDE ..
16 Ağustos 2010
TMMOB JEOLOJİ MÜHENDİSLERİ ODASI YÖNETİM KURULU
DEPREM VE DEPREM YÖNETİMİ RAPORU(428 KB) (16.08.2010 14:15:54)
Okunma Sayısı: 3148