GENEL DEĞERLENDİRME
Ülkemiz, 24 Ocak kararlarıyla başlayan 22 yıllık süreç içinde uyguladığı ekonomik programlar sonucunda bugün ağır bir borç yükü altına girmiş olup, sadece ekonomik kriz içerisinde olmaktan öte bunun yarattığı toplumsal ve siyasal bir krizi de birlikte yaşamaktadır.
1980 sonrasında bütçe-içi yatırım, KİT transferleri ve faiz ödeme payları değerlendirildiğinde KİT’lerin giderek işlevsizleştirildiği, yatırımların %20’lerden %5’lere çekildiği, faiz ödemelerinin bütçe-içi payının % 2,7‘den % 50 düzeyine yükseldiği, ekonomik göstergeler bağlamında ülkenin yurtiçi ve yurtdışı tasarruf politikası araçlarını tümüyle kaybettiği ve tam anlamıyla iç ve dış borç ve sıcak paraya dayalı bir tasarruf yapısına yöneldiği görülmektedir.
Ülkede gelir dağılımı sonuçlarına bakıldığında; -1994 DİE araştırma sonuçlarına göre- nüfusun en alt %20’lik bölümünün ulusal gelirin %4,9’unu, en üst %20’lik bölümünün ise ulusal gelirin %60’ını aldığı görülmektedir. Gerçekte ise ülkemizdeki en büyük 500 sanayi kuruluşunun bilanço yapıları incelendiğinde karlarının büyük bölümünün faaliyet dışı alanlardan, rant gelirlerinden kaynaklandığı görülmektedir. Bu ise, ülkede tasarruf edilebilir ve yatırıma sevk edilebilecek kaynakların önemli bir bölümünün varlıklı sınıflarca lüks tüketime harcandığını göstermektedir. Yatırım azlığının nedeni, küreselleşme politikaları sonucunda ülkedeki ekonomik yapının yatırımdan caydırıcı özellik taşıması ve uluslararası sermaye hareketlerinin denetimindeki döviz kurlarının istikrarsızlığının yatırım projelerinde risk faktörlerini artırmasıdır.
Ülkenin kalkınmasının ancak sabit sermaye ve eğitim ve araştırma geliştirme (AR-GE) yatırımlarına çok daha fazla kaynak ayrılmasıyla mümkün olacağı açıkken, uygulanan politikalar ve ülkeyi dünya ekonomisiyle bütünleştirecek ve uluslararası sermayenin denetimine sokacak olan düzenlemeleri içeren yapısal reformlar, yerüstü ve yeraltı kaynaklarının özelleştirmeler ve kuralsızlaştırma yoluyla ulusaşırı sermeyenin denetimine bırakılmasına yöneliktir.
Türkiye, son 30 yılda yabancı sermayeyi çekme yönünde getirdiği düzenlemelerden bir sonuç alamamış olmasına karşın, yabancı sermayeye güven verme ve avantaj sağlama çabalarını sürdürmenin dışında bir önlem almamaktadır.
Ülke ekonomisi konusunda söylenecek çok şey bulunmakla birlikte, ekonomiyi değerlendirmede özellikle yatırımlar ve buna yönelik tercih politikalarını ve yabancı sermayeye yönelik ayrıcalıklı yaklaşımı vurgulamamızın nedeni, madencilik gibi araştırma-yatırım maliyetlerinin yüksek olduğu bir sektörde de son 20 yılda yatırımların giderek düşmesi, ülkemizde bu sektörde yaratılan katma değerin gelişmiş ülkelerdekinin çok altında kalması nedeniyle, “Maden Yasası”nda sektörü canlandırmak ve ülke ekonomisine katkısını artırmak amacına yönelik olarak hazırlandığı belirtilen yeni düzenlemelerin gündeme gelmesidir.
Ülkemizin jeolojik özellikleri, küçük-orta-büyük rezervli, değişik maden yataklarının oluşumuna olanak tanımaktadır. Bor ve Trona’da dünyanın ikinci en büyük rezervlerine sahip olduğumuz, mermer, zeolit, pomza, sölestin ve toryum rezervlerimizin de büyük değerlere ulaştığı bilinmektedir.
Doğal kaynakların en önemli özelliği, doğada uygun jeolojik koşullar altında kendiliğinden oluşması ve bu oluşum sürecinde bir emek harcanmamış olmasıdır. Bu nedenle de, bu kaynakların tasarruf hakkı kamuya aittir. Kamuda olan bu tasarruf hakkının, kamunun olanaklarının olmadığı, olabildiğince hızla devreye alınmasının iş alanı yaratacağı, üretimden kaynaklanacak vergi vb gelirleri nedeniyle ülke ekonomisine kaynak yaratacağı yönündeki görünür gerekçelerle, plansız-programsız bir biçimde sermayenin tasarrufuna bırakılması, hammadde yağması olma anlamında emperyalizmin tarihsel sömürü araçlarından birisi olmuştur.
Madenlerimizin, çıkarılmalarının ardından ara- ve/ya da son-ürün olarak üretimi, katma değeri artırma açısından olmazsa olmaz bir koşuldur. Bu nedenle de bilgi, yatırım, işgücü, katma değer, teknoloji, koordinasyon unsurlarını birlikte gözeten bütünlüklü bir madencilik politikasına gerek duyulduğu açıktır. Belirli bir alandaki politika, uygulama süreçlerinin nasıl düzenleneceğini belirleyen yasal çerçeveler aracılığı ile ortaya konur.
“Maden Yasası Değişiklik Tasarısı” irdelendiğinde; tasarıda sektörün kimi sorunlarına yönelik olumlu düzenlemeler getirilmekle birlikte, özünde tüm madencilik faaliyetini sermayenin denetimine ve hizmetine sokmakta, sermayeye olağanüstü ayrıcalık vermeye ve madencilik ile ilgili yaşanacak kimi sorunlarda (Bergama örneği ilham kaynağıdır) karar merciinin teknokratik-teknolojist bir yaklaşımla “bilim kurulları”na aktarılacak toplumsal denetim ve taraflılığın yokedilmesini sağlamaya yönelmekte, buna karşın yaratılacak katma değer ve topluma sağlayacağı yarar açısından da tartışmalı olduğu görülmektedir.
Tasarıda, “8. Beş Yılık Kalkınma Planı Madencilik Özel İhtisas Komisyonu Raporu”nda madencilikle ilgili olarak, eğitimden yasal çerçeveye, teşvik ve kurumsal yapıdan özelleştirmeye değin konularda belirtilmiş olan çerçevede düzenlemeler asıldır ve temel anlamda, “Komisyon Raporu”nda da belirtilmiş olduğu gibi, küreselleşme sürecinde sermayenin uluslararası egemenliğini kabul, zorunlu kabul eden ve sınırları bu çerçevede belirlenecek bir madencilik faaliyeti çatısını oluşturacak yönelişleri içermektedir.
TASLAĞA İLİŞKİN DEĞERLENDİRME
Madde 1: 3213 sayılı Yasa’nın 2. maddesindeki değişikliğe ilişkin olarak;
Bu madde ülkemizde bulunmayan yada olup da işletilmeyen ya da varlığı bilinmeyen maden kaynaklarını da içermesi açısından uygundur. Sadece “nadir elementler” deyimi yerine “nadir toprak elementleri”, “halit” yerine ise “kayatuzu (halit)” tanımı düzeltmesi yapılmalıdır.
Maddenin tartışmaya açık ve olumsuz olan bölümü ise son bir diğer deyişle dokuzuncu paragrafıdır. Bu paragrafta taşocağı ruhsat alanında bir maden kaynağı bulunduğunda, gerekmesi koşulunda ve ilgili işlemler sonucunda bu maden kaynağının da bu yasa kapsamına alınacağı belirtilmektedir. Bu cümlede taşocakları ayrı bir kategoride ele alınmakta ve bu da 4. paragrafta anılan, “inşaat ve kireç sanayiinde kullanılan...” deyimi ile karşıtlık oluşturmaktadır. Öte yandan anılan paragraftaki bu deyim “Taşocakları Nizamnamesi”ne gönderme yapılacak biçimde kaleme alınmıştır. Bu açıdan olumsuzdur. “Taşocakları Nizamnamesi”nin yürürlükten kaldırılarak bu yasa kapsamı içine alınması gerekir.
Madde 2: 3213 sayılı Yasa’nın 5. madde 1’inci fıkrasındaki değişikliğe ilişkin olarak;
İşletme ruhsatı alınmış bir maden kaynağı rezervinin, belirli ölçütler çerçevesinde saptanacak ekonomiklik düzeyinden düşük olması koşulunda bu kaynağa ilişkin ruhsat bölünmesi elverişli görülebilse de, bu ekonomiklik düzeyinden yüksek rezerv taşıyan kaynaklarda işletme ruhsatı bölünmesi ekonomik işletme ölçeğini ve dolayısı ile de üretim niceliğini düşürecektir. Örnek vermek gerekirse, yakın dönemde TTK’nın değişik üretim ocaklarının küçük işletmecilere (kiralama yolu ile de olsa) aktarılması, bu ocaklarda üretimin giderek düşüşü ile sonuçlanmıştır. Buna bir diğer örnek Batı Anadolu’daki bor ruhsat alanlarının parçalanıp, değişik firmalara aktarılabilme olasılığının gündemde oluşudur. Bu bağlamda bu madde olumsuzdur. İşletme ruhsatının da, arama ve ön-işletme ruhsatları gibi bölünmemesi ve kendi içinde bir bütün olarak işlem uygulanması gerekir.
Madde 3: 3213 sayılı Yasa’nın 7. maddesindeki değişikliğe ilişkin olarak;
ilk paragrafta “karasuları, iç sular ve bunların altındaki yerler bu tahdide tabi değildir” tanımında özellikle karasuları alanları için Kıyı Yasası’nda belirlenmiş yada belirlenecek olan ölçütlerin temel alınması gerekir. Denizin doldurularak kıyı çizgisinin ilerletilmesi, Marmara Denizi vb yörelerde inşaatta kullanılma amacı ile kum çıkarılması bu maddeye göre olanaklı olacaktır. Gerçekte ise kıyı kuşağının gerek deniz, gerekse kara yönünde kıyı kuşak genişliğini belirleyen Kıyı Yasası ölçütleri asıl alınmalı ve bu kuşak içinde işletme (yapılaşmada olması gerektiği gibi) izni verilmemesi gerekir. Bu kuşağın deniz yönünde ise karasuları ve uluslararası sularda geçerli arama, araştırma ve işletme koşul ve ölçütleri gözönünde tutulmalıdır. Dahası bu paragraf, tersane, gemi yapım-onarım, söküm ve su ürünleri işletmeleri ya da Gökova termik santralı gibi kıyıları yok edici tesislere maden kaynakları işletme tesislerini de katmaktan öte bir anlam taşımamaktadır.
İkinci paragrafta belirlenen uzaklık sınırları, kıyı kuşağının özelliği (ova ya da falez) ve işletmenin ölçeği ve niteliğine göre saptanacak etki ve etkileme alanı uzaklığına (500 m’den az olmamak koşuluyla) yükseltilmelidir. Bu uzaklığın belirlenmesinde üretim, ürün ve atık depolama ve taşocağı gibi patlatma gerektiren çalışmalarda ise fiziksel zarar gözönünde tutulmalıdır. Bu etki uzaklığı değerinin belirlenmesinde atıkların çevreye ve yöredeki ekosisteme vereceği olası zararlar da gözönünde tutularak 1. derece etki alanı, 2. derece etki alanı türünde bölgelendirme yapılması ve artık genelgeçer bir standart olma aşamasına gelen “yörede yaşayanların onayına bağlı olması” ilkesi benimsenmelidir.
Üçüncü paragrafta, günümüzde geçerli bir yol olması için çabalanan, bilimin geliştirici yönüne değil, yaşam alanını yokedici teknolojiler boyutuna yönelen ve her tür sınırlama ve yasadan bağımsız ve gerçekte tam bir yönlendirici anlayış çerçevesinde biçimde oluşturulacak olan ve üyeleri, ilgi alanları dışındaki uzmanlardan da oluşabilen “bilimsel ve teknik kurullar”ın tam bir denetimsizlik ortamında karar alıp uygulayabileceği gözönüne alındığında bu paragrafın tümüyle çıkarılması gerekmektedir.
Dördüncü paragrafta çıkarılacağı belirtilen yönetmeliğin ilgili tüm kamu kurum ve kuruluşları, yerel yönetimler ve meslek örgütlerinin görüş ve önerileri doğrultusunda hazırlanması gereklidir.
Beşinci paragrafta ÇED’den muaf işletmeler olabileceğine gönderme yapılmaktadır. Bunun yerine tüm maden işletmelerinin, mutlak anlamda ve kaçınılmaz olarak, ÇED Yönetmeliği kapsamına alınması gereklidir.
Tüm bu çerçevede bu madde tümüyle olumsuzdur ve yeniden düzenlenmesi gerekir. Bu maddede yeralması gereken bir nokta da kıyı kuşakları, orman ve ağaçlandırma alanları, doğal anıt-doğal ve kültürel sit alanlarının ve özel koruma bölgelerinin belirlenerek haritalara işlenmesi, bu yolla döküme alınmaları ve bu alanların ruhsat-dışı alanlar olarak tanımlanması gereğidir.
Madde 4: 3213 sayılı Yasa’nın 9. maddesindeki değişikliğe ilişkin olarak;
İlk paragrafta belirtilen ve işletme yöresine bakılmaksızın “Kalkınmada I. Derecede Öncelikli Yöre” statüsü bağlamında sözkonusu olan teşviklerden yararlanması uygun ve yeterlidir. Maddenin izleyen paragraflarında belirtilmiş yeni teşvikler abartılı olup, büyük ölçekli kaynak aktarımını gündeme getirecektir. Gana (Batı Afrika) yöresinde 1970’li yıllarda uygulanan en yüksek gelir ve kurumlar vergisi muafiyeti %55 ile sınırlandırılmış ve günümüzde %35’e düşürülmüş olmasına karşın, yeni madde önerisinde ülkemiz için bu oran %60’a değin yükseltilmektedir. En küçük ölçekli işletmelerin bile anılan sayıdan az işçi çalıştırmasının fiziksel anlamda olanaksızlığı dikkate alındığında, bu oranlar için her ölçekteki işletmeye kaynak aktarma mekanizmasının önerildiği açıktır. Dahası yatırım yılından başlanarak 5 (beş) yıl boyunca gelir ve kurumlar vergisinden tümüyle muaf olma olanağı tanınması, işletmeyi bu dönem sonunda gerçek anlamda ya da anlaşmalı biçimde yeni bir işletmeciye devir ve bu aktarma yılının yeni bir işletme ve yeni bir 5 (beş) yıllık muafiyet olasılığını gündemde tutması nedeniyle, en azından tartışmaya açık bir önermedir.
Maddenin son bölümünde “SSK Yasası” gereği tahakkuk edecek primlerdeki işveren payının Hazine’ce karşılanacağı biçimindeki önerme, işçi sayısının olduğundan çok gösterilmesine açık kapı bırakacağından ve öte yandan eşitlik ilkesine uymadığından olumsuzdur.
Bu çerçevede, maddenin belirtilmiş çerçeve gözönünde tutularak yeniden düzenlenmesi gereklidir.
Madde 5: 3213 sayılı Yasa’nın 10. madde 3. ve 4. fıkralarındaki değişikliğe ilişkin olarak;
İlk paragrafta teknik elemanlara, ikinci paragrafta ise ruhsat sahibine gerçek dışı, yanıltıcı bilgi ve uygulama koşulunda ve bu işlemin tekrarlanması sonucunda verilecek para cezaları caydırıcı olmaktan uzaktır. Bu işlemin ilk kez uygulanması koşulunda gerek teknik elemana ve gerekse ruhsat sahibine verilecek parasal ceza düzeyinin artırılması, bu işlemin tekrarlanması koşulunda teknik elemana meslekten (işlemin boyutu ile oranlı süreli) men, ruhsat sahibine ise ruhsat iptali yaptırımı uygulanması ve yapılan işlemin boyutu gözönüne alınarak gereğinde idari ve adli soruşturmaya başvuru yoluna gidilmesi ve işletmenin teknik standartlarının oluşturulması ve verimliliği unsurlarına yönelik olarak gerekli önlemler alınmalıdır.
Bu bağlamda bu madde tümüyle olumsuzdur. Önerme ve yaptırımların caydırıcılığı ve kuralsız işletmecilik yerine ekonomik işletmecilik ilkeleri gözönüne alınarak uygulanması yönünde tümüyle değiştirilmesi gerekir.
Madde 7: 3213 sayılı Yasa’nın 13. maddesindeki değişikliğe ilişkin olarak;
İnceleme, kontrol ve denetim için gerekli giderlerin ruhsat sahibince ödeneceği ve görevli personele yapılacak ödemelerin “Harcırah Yasası hükümlerine tabi olmayacağı” belirtilmektedir. Bu koşulda inceleme, kontrol ve denetim görevini yürüten ya da yürütecek olan personel, bir anlamda ruhsatı elinde bulunduran kişi ya da kuruluşun kiraladığı eleman, ya da yarı-sözleşmeli elemanı olma konumundadır. Bunun yerine, ödevli personelin de harcırah yasası kapsamına alınması ve kuşkusuz harcırah yasası’nın günün gereklerine göre yeniden düzenlenmesi ve iyileştirilmesi gerekmektedir.
Bu anlamda, Madde’deki anılan paragraf olumsuzdur ve önerildiği yönde değiştirilmelidir.
Madde 8: 3213 sayılı Yasa’nın 14. maddesinde değişikliğe ilişkin olarak;
İlk paragrafta, Devlet hakkının toplam satış tutarının %02.-2’si oranına getirilmesi devlet gelirlerinde çok az artışı, ya da büyük ölçüde azalışı sözkonusu edecektir. Bunu bir sayısal veri ile örneklemek gerekirse (ihracat tutarı esas alınarak),
1998 yılı toplam maden ihracatı: 364 milyon dolar ve
(yıllık ihracatı toplam satış tutarı olarak alınır ve bu toplam tutar oranının 2001 yılında da değişmediği öngörülürse)
1 dolar = 1.300.000 TL (2001 yılı paritesi) değerinden
1998 yılı toplam satış tutarı 473 trilyon 200 milyar TL düzeyindedir.
toplam satış tutarından %2 vergi alındığında toplam 9,464 trilyon TL,
toplam satış tutarından %0.2 vergi alındığında toplam 946.4 milyar TL,
eski yasadaki brüt gelir ve %5 oranlama gözönünde tutulduğunda ve toplam gelir üzerinden %30 ya da 40 brüt kar öngörüldüğünde;
%30 brüt kar koşulunda toplam gelir 141.96 trilyon TL, alınacak devlet hakkı (%5) 7.1 trilyon TL,
%40 brüt kar koşulunda toplam gelir 189.28 trilyon TL, alınacak devlet hakkı (%5) 9.465 Trilyon TL
düzeyine ulaşacaktır. Görüldüğü gibi, ancak tüm maden kaynaklarının %2 devlet payı kategorisinde alınması koşulunda bile devlet hakkı en çok %30 düzeyinde artabilecek, ancak %0.2-2 arası yelpazeye yayıldığında %90’a varan ölçüde kayıp sözkonusu olacaktır. Hangi maden kaynaklarının bu yelpaze içinde hangi oran kategorisine alınacağı yasada belirsizdir ve isteğe bağlı bir düzenlemeye olanak tanımaktadır.
İlk paragrafın son cümlesi ve ikinci paragrafta özel idare payından söz edilmektedir. Bu tanım, önceki maddelerde bu kanun kapsamına alınmış “Taşocakları Nizannamesi”nin varlığını koruduğu anlamını da taşımaktadır.
Bu bağlamda bu madde olumsuzdur ve öneriler doğrultusunda değiştirilmesi gereklidir.
Madde 13: 3213 sayılı Yasa’nın 27. Maddesindeki değişikliğe ilişkin olarak;
Madde 2’de açımlama getirilmiş olmasının ötesinde, bu maddede ruhsat devri olanağı tanınması ruhsat ticaretine olanak tanıyabilecektir. Öte yandan işletme ruhsatı alınmış kaynak alanlarının sadece çok küçük bir bölümünün işletilip diğer büyük bölümünün potansiyel olarak saklanması olasılığına karşı, gerekli koşullar ve süre bağlamında işletmeye geçilmemiş işletme ruhsat alanlarına ilişkin ruhsatların iptal edilmesi gerekir.
Bu çerçevede, maddenin yeniden düzenlenmesi gereklidir.
Madde 17: 3213 sayılı Yasa’nın 46. maddesindeki değişikliğe ilişkin olarak;
Anayasa Mahkemesi’nin 22.09.93 tarihindeki iptal kararının gerekçesinde belirtmiş olduğu, mülkiyet hakkının özüne dokunmama ve gerek kalmayışı koşulunda gayrımenkulün eski sahibine geri verilmesi konularını gözeten açıklaması olumlu olmasına karşın, bu iptal kararının tümünün yeniden incelenmesi gerekir.
Madde 18: 3213 sayılı Yasa’nın 47. maddesindeki değişikliğe ilişkin olarak;
MTA Genel Müdürlüğü’nün herhangibir ruhsat ya da izne gerek kalmaksızın, madencilik yapılabilecek tün sahalarda arama faaliyetlerinde bulunabileceğine ilişkin ilk cümle olumludur. Bu, MTA Genel Müdürlüğü’ne değişik ölçeklerde projeler oluşturabilme ve/ya da kuşak ölçeğinde çalışma yürütebilme olanağı tanımaktadır. Bu, olumlu bir tanımdır. Ancak, izleyen cümledeki “başkalarına ait ruhsatlı alanlardan yaptıkları arama faaliyetleri sonucunda bulduğu madenler ile ilgili hiçbir hak talebinde bulunamaz” deyimi tartışmaya çok açıktır. Arama, ön-işletme ruhsatı almış ya da ruhsat alanında rezerv geliştirme çalışması yürütmek isteyen, kişi, grup, firma ya da kuruluşun kendisi hiçbir çalışma yapmaksızın MTA Genel Müdürlüğü’nün bu alanda çalışma yapmasını yönlendirebilme olanağı doğmaktadır. MTA, (sözleşmeli çalışmalar dışında) genelde, yürüttüğü çalışmalardan gelir elde eden nitelikte bir kuruluş olmamasına ve giderlerini ayrılmış bütçesinden karşılamasına karşın, bu olgu gerçekte bu altyapı giderlerinin bir kaynak olarak ruhsat sahibine/sahiplerine aktarılması anlamını taşıyacaktır. Dahası, bu ruhsatlı alanlarda yürütülmüş çalışmalara ilişkin tüm rapor, bilgi ve belgelerin ilgili daire ve ruhsat sahibine iletilmesi zorunluluğu da bu olumsuzluğu artırıcı bir tanımdır. MTA, konumu oldukça güdükleştirilmiş olsa da, bir AR-GE kuruluşu tanımına en yakın yapılanmadır. Bu nedenle bir ruhsat sahibi herhangi bir ödeme yapmadan, ya da çaba göstermeden ruhsat alanındaki tüm çalışmaları ve sonuçlarını elde edebilecek, buna yönelik herhangi bir birim kurmasına da gerek kalmayacaktır. Gerçekte 3213 sayılı yasa MTA’nın etkinliğini önemli ölçüde kısıtlamış, bu kuruluşun herhangibir özel kişi ya da kuruluştan farkı kalmamıştır. 3213 sayılı Yasa’dan önceki 6309 sayılı Yasa’ya göre her yörede, ruhsatlı yada ruhsatsız alanlarda arama yapma olanağına sahip olan kuruluş, 3213 sayılı yasa ile bu hakkını yitirmiştir. 1995 yılı verilerine göre ülkedeki 15955 arama ruhsatından sadece 13’ü, 3306 ön işletme ruhsatından ise sadece 37’si MTA’nın elindedir. Bir diğer veri olarak 1998 yılında kurum bütçesinin %92’sinin personel ve diğer giderlere, sadece % 8’inin ana faaliyet alanına ayrıldığı belirtilmelidir. Bu anlamda değişiklik olarak getirilen olumluluk, MTA’nın elinde bulundurabileceği ruhsat alanı artışına karşın, bu yapısı ve MTA Yasası değiştirilmedikçe değer taşımayacaktır. Değişiklik, MTA’nın kendisi ya da kamu için değil, özel kişi ve kuruluşlar için ücretsiz arama yapması anlamını taşımaktadır. Bu ise, vurgulanmış olan aşırı ve abartılı teşviklerden öte yeni bir teşvik anlamını taşır.
Bu bağlamda, madde olumsuzdur ve öneriler doğrultusunda değiştirilmesi, MTA’nın konumunun güçlendirilmesi ve MTA’ya ön-işletme hakkının da sağlanması gereklidir.
Madde 19, Madde 20, Madde 21:
Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) ve “Zeytinliklerin Islahı” ve “Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma” yasalarına yapılacak ekler bu alanları tümüyle tahrip etme sonucunu doğuracaktır. Madde 3’de belirtildiği yönde hiçbir madencilik çalışmasının ÇED’den muaf olmaması gerektiği gibi, madenciliği ilgilendiren 13 yasanın tek bir yasa altında birleştirilerek, toprak ve alan planlaması etkin bir biçimde uygulanmalıdır. Yine Madde 3’e ilişkin olarak belirtildiği gibi, madencilik yapabilecek alanların ve diğer alanların envanterinin çıkarılıp, bu planlamada belirtilmesi gereklidir.
Bu bağlamda bu maddeler olumsuzdur ve tümüyle değiştirilmesi gerekir. Günümüzde güncelliğini koruyan, Normandy Bergama İşletmesinin özellikle zeytinlikler yasası bağlamındaki konumunu gözönünde tutmak gerekir.
Madde 23: 2863 sayılı “Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yasası”ndaki değişikliklere ilişkin olarak,
Maden İşleri Genel Müdürü ya da yardımcısı yerine, MTA Genel Müdürü ya da yardımcılarından biri ya da görevlendireceği kurum-içi bir uzmanın ve yörede yürütülmesi planlanan ya da yürütülen madencilik faaliyetinin yürütücüsü kamu kurumundan eş düzeyde bir temsilcinin yeralması uygun olacaktır.
Bu nedenle madde olumsuzdur ve önerildiği biçimiyle değiştirilmesi gerekir.
Madde 27: 3621 sayılı “Kıyı Kanunu”nun 6. madde, 4. fıkra, b bendindeki eklemeye ilişkin olarak;
Madde 3’de belirtilen gerekçelerle, bu madde olumsuzdur. Tümüyle iptal edilmesi gerekir.
Madde 28: 4122 sayılı “Milli Ağaçlandırma ve Erozyon Kontrolü Yasası”nın 13. maddesine ek ile ilgili olarak;
Bu ek madde orman alanlarının tahribini kolaylaştıracak ve hızlandıracak niteliktedir. Madde 3, 19, 20, 21, 27 ve 30 birlikte ele alındığında; bu yasa değişiklikleri önerisinin de “Endüstri Bölgeleri Yasa Tasarısı”nda olduğu gibi belirlenen alanları, hiçbir özelliğine bakılmaksızın talana ve yağmaya açmaya yönelik olduğu görülmektedir. Bu yönelim, “Endüstri Bölgeleri Yasa Tasarısı”nda ilgili diğer tüm yasalar devre dışı bırakılarak, bu değişiklik tasarısında ise diğer yasalarda ek ya da değişiklikler yapma yolu ile belirginleşmektedir. Madde 3’e ilişkin açımlamada belirtildiği gibi, orman-tarım-kıyı- doğal anıt-doğal park-özel koruma alanlarının genel bir envanteri çıkarılarak, bu alanlarda sondajlı arama, büyük ölçekli ön-işletme ve işletme ruhsatları kesinlikle verilmemelidir.
Bu nedenle madde olumsuzdur.
Madde 30: 4342 sayılı “Mera Yasası”ndaki değişikliğe ilişkin olarak;
“Mera yasası” kapsamına giren alanlarda, sondajlı arama ve rezerv geliştirme ya da ön-işletme faaliyetleri bu alanların kuşaklar boyunca geri dönemeyeceği ölçüde yokoluşuna neden hazırlayacağından sondajlı aramalara izin verilmemesi gerekir. Diğer arama etüt çalışmaları ise (prospeksiyon, jeolojik harita alımı, etüt, jeofizik ve jeokimyasal etüt, numune alımı) yürütülebilir ve genel maden potansiyeli envanterine katkıda bulunabilir. Bu nedenle sondaj sözcüğünün çıkarılması önerilir.
Bu yasa değişikliği Tasarısı’na iki geçici madde eklenmesi gerekli görülmektedir. Bunlar;
Geçici Madde 1: Madencilik faaliyetlerinin tüm evrelerinde (arama, işletme, ön-işletme), konuyla ilgili meslek disiplininden teknik elemanlar dışında, faaliyetin ölçeğine bağlı olarak en az 1 (bir) jeoloji mühendisi istihdam edilmelidir.
Geçici Madde 2: TTK ile ilgili olarak, ilgili yasanın (“Havza-i Fehmiye Kanunu”) güncelleştirilmesi ve ancak, bu kurumun elindeki sahaların ve taşınmazların özel kişi ve kuruluşların eline geçmesini ve devrini önleyecek önlemlerin de bu düzenleme içinde yeralması gerekir.
Okunma Sayısı: 3176